DEĞERLERİN METALAŞMASI VE TÜKETİM TOPLUMU

Prof. Dr. Mustafa Talha GÖNÜLLÜ

Eskiden hayatın gayesi olan ulvi değerler, bugün ne yazık ki pazarlama aracına dönüştürülmüş durumda. Batının “Kültür Endüstrisi” kavramı dünyaya yayılır da bizlere de yayılmaz mı? Engel var mı? “Sorgulama yapılsın” desen ne olur ki? Sorgular bile karıştı. Doğru sorguyu çözmek bile karışmış yumak misali olmuş, çözmek epey uğraş gerektiriyor. Arayan, üstünde duran birilerini de arıyor tabi.

Din de hakikatin kaynağı olmaktan çıkıp, reklamın, modanın, pazarın, alışverişin ve sonuç olarak kazanç için yönlendirmenin bir parçasına dönüşür gibi oldu. İçten sevginin yerini dıştan sevgi “gibi olma” aldı. İş üretmenin yerini, “işin sözü” yer aldı.

Evet, değerlerimizi maddileştirdik. Ruh kaybedildi. Her şey kisvelere büründü, şimdi kisveye bakmak insanlara yetiyor.

İçten sevginin yerini dıştan sevgi (görüntü) aldı. İçerikli iş üretmenin yerini, kitabına uygun iş (görüntü) aldı.

Peki bütün bunlar rastlantı mı?

Sanayileşme öncesi tarih boyunca toplumlarda din, insanların hayatını şekillendiren, düzenleyen önemli değerlerden biriydi. Sanayileşme için şehirleşme, bunun için de kırsal toplumun ayrışması, çözülmesi gerekiyordu. Büyük aile yapılarının parçalanması bunun önündeki en büyük engeldi. Feodal yapı (derebeylik), geniş aile düzeni ve din, bu dönüşümün önündeki önemli engellerdi. Batıl toplumlarda (sadece Batı değil, Firavuni düzenlerle yaşayan tüm toplumlarda) bunlar toplumsal tabakalaşmanın değişmez ve baskı uygulayıcı bileşenleriydi. Buna mukabil, bizim atalarımızın ve İslam’la şereflenmiş toplumların yapısında tabakalaşma daha esnek ve yumuşaktı. Katmanlar arasında geçiş imkânı mevcuttu.

Batı, güçsüz toplulukların varlıklarını ve hammaddelerini silah zoruyla elde edince, bunları işleyecek insanlara ihtiyaç duydu. Önce köleliği denediler, öldüresiye. Köleler yetmeyince kırsaldan insan taşımak gerekti. Bu noktada feodaliteyle çatışmaya girdiler ve feodalizm öcü ilan edildi. Feodalle yakın duran din kurumu ile de çatıştılar. Böylece, din de öcü oldu. Dinde reformlar böylece gelişti.

Toplumların nüvesi ve zırhı aileyi doğrudan öcü göstermek olmazdı. Aile işi zamana yayıldı. Hedef birbirinden fiziken ve ruhen uzak duran insan topluluklarını oluşturmaktı.

Hammaddelerin işlenmesi ve sermayenin birikmesi bekleyemezdi. Günün imkanlarıyla gençlere kent yaşamı cazip gösterilmeye başlandı. Kırsaldaki geniş ailelerin koparılması böyle başladı. Oluşturulan toplumun biliminde “Ataerkil aile” indirgemeler ve kabuller yoluyla “öcü” ilan edilmiş oldu. Maddi gücü elde tutanlar, mücadeleyi ve dönüşümü devlet kurumunu araç olarak kullanarak yürüttü.

Kentlere taşınan ve ücret karşılığı çalışan insanlar, sermayeden kısmen akan para ile birikim yapamasın diye yeni iş kolları oluşturuldu. Bunlardan bazılarını aşağıda sıralamaya çalışalım:

Turizm ve tatil sektörü: Yıllık izinler “zorunlu harcama kalemi” haline getirildi. Dini bayramlar bile uzun tatillere dönüştürüldü. İnsanlar bu sürelerde ailelerini, dostlarını, komşularını göremez hale geldi. Kültürel birikim ve ticari kazanç yerine, eğlenme ve vakit geçirme hedefli geziliyor artık.

Eğlence ve boş zaman endüstrisi (sinema, konser, spor etkinlikleri, dijital oyunlar vs. vs.): İnsanlara düşünmeye fırsat bırakmadan, boş zamanlarını da harcamaya yönlendirdi. Kazancını harcamak rahatlama aracı haline geldi.

Moda ve giyim endüstrisi: Giyinme artık korunma için değil, statü için. Giysi imalatı çok kolaylaştı ve bollaştı. İnsanların sık sık elbise değişmesi ile tüketim dengesi sağlandı. Sürekli değişik giyinme kabullendirildi. Fransızcadan gelen moda, başlangıçta “tarz” ya da “ölçü” demekti. Kapitalist dönem ilerledikçe; sürekli olarak “yeni” olan bir şeyi dolaşıma sokarak tüketimi canlı tutan bir mekanizmaya dönüştü. Moda, insanların kendini benimsemesi ve başkalarınca da beğenilmesi kültürü oldu.

Yemek ve fast-food kültürü: Eskiden dışarıda yemek ayıplanırdı. Evde birlikte yemek yapma ve paylaşma alışkanlığı bitti. Evde yapıp yemek hem ucuzdu ve hem de mütevazı olabiliyordu. İmkân ölçüsünde pişirilir yenilirdi. Dışarıda yemek cazip hale getirildi. Yemek, ihtiyaç olmaktan çıkıp zevke dönüştü. Sağlık en son plana itildi.

Kozmetik ve güzellik ürünleri endüstrisi: Medya ve reklamlar aracılığıyla dayatıldı. Özgüven kazandırmak yerine sürekli yeni bir eksiklik duygusu üretti. Gençler başta olmak üzere herkes hedef alındı. Sadece cilt bakım ürünleri değil, dövmeler ve estetik amaçlı gözlükler gibi ürünler de alıcılarına "olmazsa olmaz" algısını vermektedir. Düşük maliyetle üretilen bu ürünler, statü ve kabul görme arzusunun karşılığı olarak çok yüksek fiyatlarla tüketilmektedir.

Konut ve emlak sektörü: Borçlanarak yaşamayı normalleştirdi (konut kredisi, kira baskısı). Borç yiğidin kamçısı!

Kredi ve finans sistemleri: Henüz kazanılmamış paranın harcanmasını teşvik etti, insanları ömür boyu borç döngüsüne soktu.

Medya ve reklamcılık: Merak ve istek oluşturup, ihtiyaç yokken ihtiyaç algısı üretti.

Seni Yaratan ve her şeyini verene bir an düşünmeye dahi vakit bulamayacağın bir haz kuyusu!

Spor endüstrisi: Özellikle futbol, büyük bir pazar haline geldi. Karşılıksız aidiyet duygusu tatmin edildi, ama bu aidiyetin bireye maddi-manevi katkısı olmadı. Bu adresi yanlış aşk halinin, kent hayatındaki imkanların kırsala göre daha fazla olmasından kaynaklanmaktadır.

Sağlık endüstrisi: Sağlıksız gıdalar, hareketsizlik ve ilaç bağımlılığıyla sürekli müşteri üreten bir döngüye dönüştü. Sağlık iş kolu, tüketim kültürünün olumsuzluklarının tedavisine yetişemez oldu. Yeni hastalıkların yayılması ise işin tuzu biberi oluyor.

Kültür ve eğitim piyasası: Kurslar, özel okullar, sertifika programları “olmazsa olmaz” hale getirildi.

Kumar endüstrisi: Düşük gelirli için çıkış umudu, orta gelirli için eğlence, yüksek gelirli için statü aracı oldu. Ödül beklentisi. Ancak kazanan hep kumarhane oldu.

Daha bitmedi; tütün, alkol ve alışkanlık oluşturan etkenler de bu mimarinin parçası.

Bütün bu ihtiyaç ötesi olan yapay iş kolları, ücretli emeğin kentte tutunmasını sağlamış olur. Yani bu iş kolları artı değerin yeniden sermayeye akmasını garanti eden tüketim kanallarını oluşturur. Bunun için tüketim toplumu mimarisi ve inşası uygulanmış oluyor. Tüketim döngüsü kanallarının boş kalmaması gerekmektedir. Kanalların içinde tüketilecek sürekli yenilenen, çeşitlenen mallar, bunları sağlayacak para ve borç imkânı ve bu kanallara insanların sevk ve idaresi için reklam, kültür, eğitim vs. bulunmak durumundadır. Kanallarda eksiklerin oluşması, oluşturulan tüketim kültürüne zarar vereceğinden korunmaya çalışılır.

Yukarıda, maddi gücü elde tutanların; feodalite, büyük aile ve din olgularıyla baş etme işini asırlar önce bu üç unsur ile bunlara gücü yeten devlet kurumunu araç olarak kullandılar demiştik. O vakitler dağınık ve bugünkü bazı ülkelerin dahi henüz ortaya çıkmadığı Avrupa’da kralların daha da güçlenmek adına burjuvayı yanına da alıp, bu üç unsurla uğraşması ile bu işlerin başladığını görüyoruz. Maddi güç sahipleri böylece Avrupa toplumlarında ön plana çıkmış ve işlerini daha rahatça yapar hale gelmiş oldular. Avrupa’nın kendi serüveni içinde hep güçlü olanın hukukun sahibi olduğunu biliyoruz. Toplumda güçsüzler her zaman insanca olmayan şartlarda olmuşlardı. Bu ortamlar etki-tepki nedeniyle kapitalizm karşıtlarını da üretti.

Batının bu yaşadıkları kendi morfolojisinin ürettiği olgular olmasına karşılık, sanki bizim toplumda benzerlik varmış gibi, batının ekonomik ve zamanla öne geçen askeri gücünden etkilenen bir kısım ve batının doğal uzantısı olanlar, bu olguları bize taşımaya çalıştılar. Bunlara güçlü savunma yapılamadı. Bizim değerimizin kendi kendini koruyacağına dair bir seyrediliş, bir bırakılmışlık gelişti ve yerleşti.

Bir dönem ağalarla ilgili filimler ve romanlar vardı. Artık onlar bitti. İyidir demiyoruz. Kötü de. İyi olan iyidir. Kötü olan kötüdür. Bu konu yanlış anlaşılmaya müsait. Kısa kesiyoruz. Sadece olguyu aktarmak için bahsettik.

Büyük aileler vardı kırsalda. Bunlar küçülerek taşındı kentlere. Yine de büyükbabalar, büyükanneler vardı başlarda. Ancak zaman içinde bunlar da azalmaya başladı ve hatta büyükbaba ve büyükanneler de başkalaştı. Temas yok nesiller arasında artık. Nesillere tecrübeleri aktaracak kimse yok. Sosyoloji bilimi ekseninde toplumlara biçim verildi. Gençlerin dilince en çok duymaktan ürktüğüm şey “Ataerkil” ailenin çok kötü bir şey olduğu. Artık gençler “ata” kavramını konumlandıramıyor. E bari “anaerkil (matriarka)” olsaydık, yok o da yok! Gençler, hayata hazırlanırken anne ve babalarını da yeterli ölçüde göremiyor. Öyleki, “Anne Kucağı Kreşi” isimli bir kreş görsek yadırgamıyoruz! Önce boşanmalar giderek arttı, sonra yadırganmaz hale geldi. Savunmasız toplumlar! Gençlerin ev kurmaları ise artık çok beklenir oldu. Bunlar dünyanın her yerinde böyle ilerledi.

Sıra dine geldi demeyeceğiz. Hep en ön sıradaydı. Hep de öyle olacak. Allah’tan dinin sahibi biz insanlar değiliz.

Dinin metalaşması, cennetin pazarlanması ise batıl toplumlarda zaten vardı. Bu, dinde modernizm ve reformizmin dayandığı temel gerekçe oldu zaten. Dinin metalaşması bilgisiz ortamın üretiminin tabii bir neticesi olamaz mı? Tüketim kültürü, dinle uğraşanlara da sirayet edemez mi? Bu olgunun oluşmasını hesaplayan, kurgulayanlar yok mudur? Dinin uygulanmasında çarpıklaşma olması hangi halde mümkün olur? Taşıyacak kadar temel-kolon-kiriş atılmamış bir binaya ne olursa o şekilde olur. Çok teferruatı olan bir dünya imtihanı kağıdında çözümü bulmak öyle az bir bilgiyle mi olur? Bir gözle bakmak yetseydi, iki göze ne gerek vardı? O zaman çok fazla gözle bakınca daha çok görülmez mi?

Aile, toplum ve eğitim kurumları yeterli bilgi veremeyince, pusulasız kalan insanların sayısı giderek artıyor. Bu bilgilere ihtiyaç da duyulmuyor. Artık Rabbimin tanzim ettiği bir ihtiyaç zamanına kadar…

Maddi güç sahipleri Devlet olgusundan yararlandı bir zaman. Epey bir zamandır artık devletlerden de güçlü görür oldular kendilerini. Toplumları “Dünya Vatandaşlığına” hazırlıyorlar bir zamandır. Bu parlak ifadedeki Dünya Vatandaşlığında yeniden iki tabakalı bir düzen olacak tabiki. Dünya vatandaşlığı düzenini kurgulayanlar, artık dünyada fazladan insan da istemiyorlar, insan sayısı tam tamına sayılı olacak. Ve bunların düşünen ve sorgulayan insanlardan olması hiç mi hiç istenmeyecek!

Sonuç olarak, günümüz tüketim toplumu, ulvi değerleri ve geleneksel yapıları çözerek onları da birer tüketim aracına dönüştürmüştür. Bu tablo karşısında asıl ihtiyaç, doğru bilgi, bilinçli sorgulama ve köklerle yeniden bağ kurmaktır. Aksi halde değerlerin metalaşması daha da hızlanacak, toplum kendi öz ruhunu kaybetmeye devam edecektir. Tüketim kültürü sarmalından uyanmak, tek gözle değil çok gözle resmin tümüne bakarak mümkün olacaktır.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.