Hocaların dayak ve aşağılamaları bile dini öğrenmemize engel olmadı!

Ahmet Şükrü KILIÇ

Hepimiz geldik ve gidiyoruz bu hayattan. Geriye çocuklarımıza bırakacağımız mirasın yalnızca birikmiş eşyalar, çekmecelerde unutulmuş hatıralar ya da bir bankada saklı duran rakamlar olmaması gerektiğini artık çok iyi biliyorum. Hazıra konan hazırı tez elden tüketir çünkü. Çocuklarımızın önüne koyacağımız miras, onların ayaklarını yere bastıracak bir omurga olmalı. İsyanı öğretmeliyiz. Kavgayı öğretmeliyiz. Meydanlarda kalabalıkla boy göstermeyi değil, bir başına da olsalar meydan okuyabilmeyi öğretmeliyiz. Çünkü biliyorum, bizim yıllarca alın teriyle biriktirdiklerimizi bir nesil bir anda tüketebilir. Eğer mücadeleyi mirasa dönüştüremezsek, çocuklarımız yarın karşı çıktıklarımıza benzeyecek. Nihayetinde benziyorlar da…

Ben 80 öncesinin ve sonrasının karanlığını da aydınlığını da yaşayan biriyim. O günlerin İslamî eğitimine bakınca içimde hâlâ tuhaf bir sızı belirir. İslamcı hocalar, daha doğrusu meslek hocaları, dayağı ve aşağılamayı yöntem edinmişti. Buna rağmen din öğrenmekten uzaklaşmadık. Hatta tam tersine, İslam’a en aç olduğumuz yıllardı. Kimse bize adam gibi İslam’ı anlatmadı, kimse bize adam gibi davranmadı. Dayak yiye yiye din öğrendik, aşağılanarak imanımızı büyüttük. Yine de yılmadık. Çünkü bir hakikati biliyorduk; Hz. Muhammed onlar gibi değildi. Sadece İmam Hatipler değil, Kur’an Kursları da öyleydi.

Çocukluk dönemimde meslek dersleri hocalarının evlere baskın yaptığı günleri hatırlıyorum. “Sigara içiyor musunuz, sinemaya gidiyor musunuz” baskınları… Bir öğrenci evinde sigara kokusu varsa vay halinedir. Gecenin karanlığında zabitlik yapan o insanlar, aynı duyarlılıkla gelip iki ayetin anlamını anlatmayı akledemiyorlardı. O nesil hem devletin ceberrut baskısına katlandı hem hocaların dayaklarına. Üzerlerinde Allah Rasulü’nden hiçbir iz yoktu. Bildikleri din de çoğu zaman israiliyatın eğreti parçalarıyla doluydu. Yine de peşlerinden gittik. Çünkü içimizde din öğrenmek için yanıp tutuşan bir irade vardı.

Sonra kitapları keşfettik. Necip Fazıl Kısakürek girdi hayatımıza, Seyyid Kutub, Hasan el-Benna ve daha niceleri… Biz dini hocalardan değil, kitaplardan öğrendik başlangıçta. “Adın ne” diye soran hocaya adımızla birlikte soyadımızı söylediğimiz için “Laf israfı yapma” diye azarlandık. “Sizi tanıyalım hocam” dediğimizde, “Sen Musa’yı, İsa’yı tanıyor musun da beni tanıyacaksın” diyen nezaketsizlerle muhatap olduk. Eğer onlar gibi olsaydık bugün hiçbirimiz insan kalamazdık.

Milletten toplanan paralarla kurulan dergah, vakıf ve cemaat evlerinde de istenen ve öğretilen öncelik saygı ve itaatti. Bizler devletin dışladığı, hocaların aşağıladığı bir topluluk olarak yetiştik. Anlatılanı dinlemekti görevimiz, sormak, sorgulamak afaroz edilmemiz için yeterdi.

Mücadeleyi bize kimse öğretmedi. Hak ve hukuk kavgasını kimse göstermedi. Onların dertleri kendilerini ispatlamak, kendilerini kabullendirmekti. 80 sonrası gelen çeviri kitaplar bize dinin mücadele olduğunu hatırlattı. Allah’ın dinini anlattığı için idam edilen insanların hayatlarına tanıklık ettik. Paylaşmayı, kul olmayı, herkesin tarak dişleri gibi eşit olduğunu o zaman öğrendik.

Sonra yeni bir nesil geldi. İlahiyatçı bir nesil. Okuyan, sorgulayan, konuşan bir nesil. Sabah akşam ev sohbetleri düzenleyen, her ilçede onlarca öğrenci yetiştiren, sanattan siyasete her alanda söz sahibi olan genç hocalar… Öyle seçim zamanı ortaya çıkan siyasetçiler gibi değil; her gün yeni insanlarla tanışan, her gün yeni bir bilgiye ulaşan bir nesil çıktı karşımıza. İlk kez onlarla şakalaştık, ilk kez tartıştık, ilk kez şiir yazdık, ilk kez tiyatro topluluğu kurduk. Din bize ilk kez insandan geçti. Kitaplar ise dinin insanla buluştuğu noktada anlam kazandı.

Bugün yüzlerce kitabı olan, binlerce sohbet yapan pek çok insan tanıyoruz. Fakat hayatlarında adamlık yoksa, kendilerine benzeyen insanlar yetiştirebiliyorlar. Çünkü insana dokunamıyorlar. Sorsanız hepsi “İslam’ın Türkiye’de yayılışında en büyük gayret bizdedir” der. Hayır! En büyük katkı öğretmenlerdedir.

Necip Fazıl’ın hakkını teslim etmeliyim. Bizim en yerli, en aksiyon yüklü, en mücadeleci öğreticimizdir. Bir kez daha yeniden okunmayı hak ediyor. Mücadeleyi ben ondan öğrendim. Bugüne kadar hiçbir yazar beni onun kadar derinden etkilemedi.

Bugün iyi şairlerimiz, iyi öykücülerimiz, iyi senaristlerimiz var. Fakat mücadele örneği olabilecek insanlarımız çok az. “Allah” demenin yasak olduğu günlerden geldik ve bugün o yasaklar çok geride kaldı. Biz anılarla yaşayacak insanlar değiliz. Her yeni gün, yeni bir yanlışımızı düzeltmeye vesile olmalıdır. Her yeni gün, rehavetten uzaklaşmamız ve insana yakınlaşmamız için bir imkândır.

Şunu artık açık yüreklilikle söylemek istiyorum; entelektüellerimiz, yazarlarımız ve aydınlarımız daha ölmeden ziyaret edilen bir türbeye dönüştü. Eğer derdimiz bir büyüğü tanımak ve bir büyük tarafından hatırlanmaksa, bu yol çıkmaz sokaktır.

Bugün en büyük görev öğretmenlerimize düşüyor. Hepsine minnet duyuyorum. Bazen keşke öğretmen olsaydım diye hayıflanıyorum. Onlardan bir ricam var; öğrencilerine yalnızca Müslümanlığı değil, bu ülkenin vatandaşı olmayı da anlatsınlar. Bu ülkenin sahibi olduklarını öğretsinler. Dilekçe yazmayı, suç duyurusunda bulunmayı, kalkınma için proje üretmeyi öğretsinler. Ahlak ve faziletin tek sermayemiz olduğunu öğrencilerinin zihnine, yüreğine ve bütün uzuvlarına kazısınlar. Kendi yapmadıklarını öğrencilerinden talep etmesinler.

Hz. Muhammed kendi yaşamadığı hiçbir şeyi arkadaşlarından istememiştir. Önce kendisi yaşamış, sonra yaşatmıştır. Bugün din anlatıcılarına değil, dini yaşayan hocalara ihtiyacımız var.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.