MAHMUT ES'AD COŞAN HOCAEFENDİ BİR MÜRŞİD-İ KÂMİL İDİ - Yahya ALKİN

Vefatının 21. Yılında Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN Hocamız'ı Rahmetle Anıyoruz (1938-4 Şubat 2001)

HOCAEFENDİ BİR MÜRŞİD-İ KÂMİL İDİ - Yahya ALKİN

Ben Mahmud Es’ad Coşan Hocamız’ı, İskenderpaşa’da Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin ebedi aleme irtihalinden sonra, irşad vazifesini devraldıktan sonra tanıdım. Onun için evvelki hayatını tafsilatıyla bilemem. Ama bildiklerimi söyleyeyim:

Hocaefendi Rh.A, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi idi, profesördü. Osmanlıca’yı, Farsça’yı, Arapça’yı gayet iyi bilirdi. Bu itibarla, zaten sahası da Türk İslam Edebiyatı idi. O sahada, tasavvuf sahasında gayet güzel, iyi bir elemandı. O sahada çok değerli eserleri de mevcuttur.

Uzun yıllar vazife yaptıktan sonra emekli oldu (1987). Babası rahmetli Halil Necati Coşan Efendi, o da bizim yakın bir aile dostumuzdu, çok samimiyetimiz oldu. Birkaç sene evvel 106 yaşındayken vefat etti (2008). Mübarek bir zat idi hakikaten, bir Allah dostuydu o da,.. Böyle bir tanışmamız oldu.

Sonra 13 Kasım 1980’de, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri ebedi aleme irtihal edince, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin tensibiyle, İskenderpaşa’daki o vazifeyi devraldı.

Biz Haseki Eğitim Merkezi’nde hocalık yapıyoruz o yıllarda. Ali Rıza Temel isminde bir hoca arkadaşımız var, o da Haseki Eğitim Merkezi’nde tefsir hocası. Beraber İskenderpaşa’ya, Mahmud Esad Coşan Hocaefendi’yi ziyarete gittik. Tabii Ali Rıza Temel Hocaefendi, ta Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nden bu yana o cemaat içerisinde vazife yapmış bir kimse idi.

İskenderpaşa’da Ramuzül-Ehadis sohbeti yapılır evvvelden beri. Gümüşhanevi Hazretleri’nden gelen bir adet, sünnet diyelim, ulema sünneti… Ali Rıza Temel Hocamız da –o benim çok samimi arkadaşım– devamlı ders yapıyor pazar günleri. Böyle gittik ziyaretini yaptık Rahmetli Mahmud Es’ad Coşan Efendi’nin. Sohbetler ettik.

Sohbet esnasında bize dedi ki:

“—Bizim ihtiyarımızın, irademizin dışında bu büyük manevi görev, yük omuzumuza yüklendi. İnşaallah bundan sonra birbirimize yardımcı olacağız.” dedi.

Öyle konuşurken;

“—Ben ara sıra, vazife icabı İstanbul dışına çıkarım, Türkiye’yi dolaşırım veyahut da Türkiye’nin dışına çıkar, başka memleketlere giderim. Buradaki vazifenin, hizmetin aksamaması için, siz münavebeyle Ramüzü’l-Ehadis sohbetini devam ettirir misiniz?” dedi.

“—Efendim, bizi layık görürseniz biz bunu şeref telakki ederiz. Zaten Haseki yakın buraya, devreye gireriz, hay hay, olur.” dedik.

Ondan sonra, bizim rahmetli Es’ad Coşan Hoca’yla on seneye yakın temasımız, beraberliğimiz oldu. Beraber birçok yerlere gittik, sohbetler dinledik, sohbetler ettirdi bize… O şekilde Rahmetli, 28 Şubat 1997 kararlarına gelinceye kadar aşağı yukarı beraberdik. O andan sonra, zaten kendisi biliyorsunuz Avustralya’ya gitti. Orada yolda iken rahmetlik oldu.

Ayet-i kerime var Kur’an-ı Kerim’de, Estaizu bi’llâh:

وَمَن يَخْرُجْ مِن بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ

فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللهِ (النساء:100)

(Ve men yahruc min beytihî muhaciren ila’llàhi ve rasûlihî sümme yüdrikhü’l-mevtü fekad vekaa ecruhû alle’llàhi) “Kim Allah ve Rasûlü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a aittir.” (Nisâ, 4/100)

Burada o mükâfatın büyüklüğünden bahseden bir ifade vardır. Yani o kadar büyük ki, onu siz anlamazsınız diyor. İnşaallah öyle oldu, şehid oldu, Cenab-ı Hak rahmet eylesin….

A. MÜRŞİD-İ KÂMİLLERİN ÖZELLİKLERİ

Hocaefendi böyle klasik mânâda bir mürşid değildi. Meselâ Osmanlı devrinden beri şeyhler var, mürşidler olmuştur. Tabii bunun içerisinde hakikaten layık olanlar var, olmayanlar var.

Mürşid-i kâmilin birtakım vasıfları var. Bu vasıflara sahip olan mürşidlerin sayısı, —ben tabii hoca da olduğum için kaynaklara dayanarak konuşuyorum— çok azdır. Hatta şunu söyleyeyim, İmam-ı Gazali Hazretleri, İhyâ’sında ve Eyyühe’l-Veled’i var, orada da geçer. Mürşid-i kâmilin önemini anlatır. Yani bir müslümanın mümkün olursa, bir mürşid-i kamilin feyzinden, ilminden, irfanından istifade etmesini çok tavsiye eder.

“—Fakat mürşîd-i kâmil çok nadirdir.” der.

Ta 900 sene evvel. İslâmiyet’in güçlü olduğu, o Nizamü’l-Mülk’ün kurmuş olduğu Selçuklu Medreselerinde İslam’ın öğretildiği, ulemanın gayet bol olduğu devirde bile… Hatta sonunda şöyle söylüyor:

“—Bu şekilde mürşid-i kamiller, kibrid-i ahmer gibi, azdır sayısı. Şâyet sana böyle bir mürşid-i kâmil bulmak nasib olursa, ona yapış, onun ilminden, feyzinden ve irfanından istifade et!” der.

Şimdi orada İmam-ı Gazali Hazretleri, Hüccetü’l-İslâm, o büyük zat der ki: Mürşid-i kamilin en önemli vasıfları şunlardır:

Bir: (Evvelâ en yeküne àlimen) “Mürşid-i kâmil olacak zatın önce alim olması lazım! Yani şer’i kaynakları, kitap ve sünneti bilhassa gayet iyi bilecek.” der.

Hattâ İmam-ı Birgivi Hazretleri, Tarikat-ı Muhammediyye’si var meşhur, Türkçe’ye de tercüme edilmiştir o, aslı Arapça’dır. Orada der ki:

“—Şeriat alimi olmayan, şer’i kaynakları bilmeyen kişilerin mürşidlik yapmaya kalkması, Allah yolunu kesmesidir.” Hatta şu ifadeyi kullanıyor: “Onlar (kuttàu’t-tarîk)’tir, yâni Allah yolunu kesen eşkiyalardır.”

Ağır ifade kullanır. Şunun için evvela alim olması lazım diyor: Şer’î kaynakları bilecek.

Bunu söylerken, hatta talebelerim de evliya, keramet, akaid dersinden bahsederken bazı sorular sorarlar:

“—İşte hocam, cahil bir adam veli olamaz mı, keramet sahibi olamaz mı?”

Ben derim ki:

“—Bizden daha iyi olur. Cahil bir adam mürşide bağlanır, bizim gibi on tane kavli düşünmez. Tam bağlanır ama veli olabilir, keramet sahibi olur. Biz neden bahsediyoruz, mürşidden bahsediyoruz. Cahil adam veli de olsa, keramet sahibi de olsa mürşid-i kâmil olamaz. Onun için (evvelâ en yeküne àlimen) diyor, alim olacak.

B. HOCAEFENDİ ALİM BİR KİMSE İDİ

Şimdi ben Hocaefendi de bu ilim sıfatını gördüm. Hocaefendi alim bir adamdı.

Efendim, şimdi bir defa Arapça tasavvuf kitapları okuturdu. Onlara iştirak ettim biraz. Eyüp tarafında eski Osmanlı dergâhlarından birini restore ettirmiş, orada okuturdu. Arapça’yı gayet iyi bilirdi, okuturdu. Yeri geldiği zaman, hemen o konuyla ilgili ayet-i kerimeyi hemen okur, izah ederdi.

O konuyla ilgili Kütûb-ü Sitte ve diğer muteber hadis kitaplarından ilgili hadisleri hemen gündeme getirir, onları okurdu, izah ederdi. Bunun akaidle, kelamla ilgili boyutu varsa, hemen onunla ilgili kaynakları gündeme getirirdi. Yani Hocaefendi böyle kaynaksız, sadece ceffe’l-kalem konuşan bir kimse değildi. Kaynaklara göre konuşurdu.

Zaten Rasûlüllah SAS Efendimiz, veda hutbesinin sonunda buyurdular ki:

“—Ben sizinle bir daha burada karşılaşacağımızı sanmıyorum. Fakat ben size öyle bir şey bırakıyorum ki, o bıraktığım şeylere sımsıkı yapışır, anlar, amel ederseniz, benden sonra hiçbir şey sizi saptıramaz ve sapmazsınız. Sırat-ı müstakimde yürürsünüz. Nedir bunlar? Evvelâ Allah’ın kitabı Kur’an ve onun en büyük tefsiri, izahı olan, benim sünnetim!”

Çünkü mâlûm sünnetin de asıl kaynağı vahiydir. Cenâb-ı Rabbü’l-àlemîn, Necm Sûresi’nde;

وَمَا يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى . إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى (النجم:٣-٤)

(Ve mâ yentıku ani’l-hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ.) “O arzusuna göre de konuşmaz. O bildirdikleri vahyedilenden başkası değildir.” (Necm, 53/3-4)

O kendiliğinden konuşmaz, konuşturan Allah’tır, vahiyle konuşur. Onun için biz ona sünnete, hadislere vahyün gayr-i metluv deriz. Yâni Kur’an gibi metluv, okunan bir vahiy değil. Manası vahiy fakat ifade tarzı cevâmiü’l-kelîm olan Rasûl-i Kibriya Efendimiz’in beyanları.

Şimdi Hocaefendi bunları gayet iyi bilirdi. Alimdi bir defa, bunu gördüm. Yani bunu müşahede ettim, alim. Fakat bu kâfi değil diyor Gazalî Hazretleri;

(Ve en yekûne àmilen bi-ilmihî) ikinci olarak da ilmiyle amel eden bir alim olacak. İlmiyle amil olacak. Hocaefendi hakikaten ilmiyle amildi.

Şunu söyleyeyim: Ben Hocaefendi’nin hizmet temposuna yetişemezdim. Hayret ederdim ki nasıl dayanıyor. Allah’ın böyle kulları var. Bu bir yaratılış meselesi. Çok yorgun olurdu, uykusuz kalırdı, fakat Hocaefendi o yorgunluğunu, uykusuzluğu hiç belli etmeden sohbetine, hizmetine devam ederdi. Biz şimdi bir gece uyuyamazsak, ertesi gün dökülürüz. Onlar öyle değildi. Onlar hakikaten böyle Allah’ın mürşid-i kâmilleri var. İlmiyle amildi, amel ederdi.

C. HİZMETLERİ İÇİN KARŞILIK BEKLEMEZDİ

Üçüncü olarak da Gazali Hazretleri diyor ki:

(Ve en yekûne zâhiden) Yapmış olduğu hizmet karşılığında dünya menfaatine karşı zâhid olacak. Yani hizmetler karşılığında dünyanın servetini, şöhretini, makamlarını beklemeyecek. Böyle bir beklentisi olmayacak. Sırf Allah namına çalışacak.”

Hatta burada Yasin-i Şerif’teki ayet-i kerimeyi zaman zaman okurdu. Estaizü bi’llâh:

اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُم مُّهْتَدُونَ (يس:21)

(İttebiù men lâ yese’lüküm ecran vehüm mühtedûn.) “Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.” (Yâsin, 36/21)

Yaptığı hizmet karşılığı sizden bir mükafat beklemeyen alimlere, insanlara tabi olun, ki bu peygamber yolu.

Çünkü bütün peygamberler;

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ، إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

(الشعراء:145)

(Ve mâ es’elüküm min ecrin, in ecriye illâ alâ rabbi’l-alemîn.) “Ben sizden bir mükâfat, bir ücret beklemiyorum; benim mükâfatım alemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuara, 26/145) demişlerdir.

Hocaefendi’de ben bunu da gördüm. Yani şunu da söyleyeyim. Ben Hocaefendi’den ders almış, onun meşrebine bağlı bir kimse de değilim. Ama hizmet oldu, onun için ben bunu Allah namına söylüyorum. On sene beraberliğimiz oldu, Hocaefendi meşrebi çok geniş tutardı. Mesela bana hiç demedi ki:

“—Ya hu Yahya Hoca, biz on sene gidip geliyoruz, beraberiz ama senin meşrebin nedir?” diye hiç sormadı. Hizmet beklerdi.

Bir Mi’rac gecesi İskenderpaşa Camii’nde gece tertip edidi. Hocaefendi bana dedi ki:

“—Evvela siz konuşun, sonra ben konuşayım!” dedi.

“—Hocam konum ne olsun?” dedim

Hiç unutmam, dedi ki:

“—İçinden ne geliyorsa onu konuş!” dedi.

Yani böyle son derece gönül insanıydı. Meşreb taassubu taşımazdı ve alimdi, mürşid-i kamilin vasıflarını kendisinde taşırdı. O şeylerin sonunda demin dediğim gibi İmam-ı Gazali Hazretleri diyor ki:

“—Bu vasıfları taşıyan mürşid-i kâmillerin sayısı, varlığı kibrit-i ahmer gibi azdır. Eğer Cenab-ı Hak sana nasib eder de böyle bir mürşid-i kâmil bulursan, ondan istifade et, eteğine yapış! diye İhyâ’sında ve Eyyühe’l-Veled’inde var.

Hocaefendi benim gördüğüm kadarıyla… Ben şimdi niye onu söyledim? Ben meşreb taassubuyla konuşmuyorum, bir hoca olarak bunları söylüyorum: Hocaefendi hakikaten bir mürşid-i kâmildi, bunu gözümle yakinen gördüm.

Öldüğü zaman o trafik kazasında, ben Hollanda Rotterdam İslâm Üniversitesi’nde hocalık yapıyordum, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ile beraber. O rektördü. İnanır mısın ben ailece bir hafta ağladım. Çok severdim kendisini… Rüyalarıma da girerdi.

Böyle çok gönül insanıydı. En çok sıkıntılı, kızdığı zamanlarda bile kat’iyyen muhatabını rencide eden, şahsiyetini küçük düşüren laflar etmezdi, ağır kelimeler konuşmazdı.

Tekellüf hiç yoktu, gayet sade konuşurdu. Yani edebiyat olsun diye kendisini kat’iyyen zorlamazdı. İçinden geldiği gibi konuşurdu. Fakat öyle konuşurdu ki, Yunus Emre’nin şiirlerinde olduğu gibi hani edebi sehl-i mümteni derler, çok basit ifadelerle, çok güzel mânâlar gündeme getirirdi. Böyle bir özelliği de vardı. Teküllüfü hiç sevmezdi.

D. ÇOK GAYRETLİ İDİ, YORULMAK BİLMEZDİ

Hocaefendi, az evvel dedim ki, klasik bir mürşid değildi. Onun mânâsı şu: Hocaefendi’nin sosyal yönlerinin de çok kuvvetli olduğunu gördüm. Yani meselâ şimdi olur bir mürşid, oturur bir yerde, bir tekkesinde, zikirhanesinde… Çeşitli yerlerdeki bağlıları gelirler, inabe ederler, nasihatını dinlerler giderler.

Hocafendi çok hareketli ve sosyal yönü çok kuvvetli, asrımızı çok iyi anlayan bir zattı. Hatta bugün bir hatıramı söyleyeyim. İskenderpaşa’ya gittim ziyaretine de dedim ki:

“—Hocam böyle evden çıkıyorsunuz hizmet için, Anadolu’ya, yurtdışına. Üç ay yoksunuz, dört ay yoksunuz. Ben evden bir hafta uzak kalsam, bunalıyorum, eve dönmek istiyorum. Maşaallah, bu kadar şeylere nasıl dayanıyorsunuz?” dedim.

Hiç unutmadığım ve çok yerde söylediğim bir söz söyledi bana. Dedi ki:

“—Yahya Hoca, Allah yolunda koşabildiğimiz müddetçe Cenab-ı Hak koşmayı nasib eylesin yolunda... Bir gün gelecek, koşmak arzu etsek de koşamayacağız. Bu enerji, bu potansiyel bitecek!” dedi.

Böyle hizmetten, Allah yolunda koşmaktan zevk alan bir insandı. Ona artık böyle bir yük, bir sıkıntı değil. Açılırdı, rahat ederdi koşmaktan, hizmet etmekten…

İnsanları buluşturmak, seviştirmek, sıla-i rahim… Bunlara da çok önem verirdi. Sık sık Aile Eğitim Kampları tertip ederdi ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden insanlar ailece gelir. Ekseriya bu kampları manzaralı büyük otellerde tertip eder, hem dinlendirir hem de orada dört beş gün, planlı bir şekilde sohbetler tertip ederdi.

Sadece kendisi konuşma yapmazdı. Konunun ehli olan mütehassıs insanları çağırır. Hiç sormazdı ki, “Yâhu bu adam bizim meşrebden mi, değil mi?” O işin ehli ise çağırır ve kendisine bağlı olan, gelen zevat-ı kirama sohbet ettirirdi. Birkaç defa beni de çağırdılar, gittim.

Oraya ailece gelirlerdi. Orada hem dinlenirlerdi, hem ülkenin çeşitli yerlerinden insanlar birbirleriyle tanışır, kaynaşır, muhabbet eder, ailece dostluk kurarlardı. Hem de rahmetli Hocafendi’nin sohbetinden ve diğer konferans veren zatların sohbetlerinden istifade ederlerdi.

E. İLME ÇOK ÖNEM VERİRDİ

Sonra Hocafendi hakikaten etrafının ilim sahibi olmasını çok isterdi. Müslümanların cehaletten, iki yönlü hem de. Hani Bediüzzaman’ın bir sözü var meşhur:

“—Aklın nuru, fünün-u medeniyyedir, kalbin ziyası ulûm-u diniyyedir. Bu iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.”

Yani dünya ve ahireti kucaklayan, ilim irfan sahibi, kültürlü müslümanların yetişmesini çok arzu ederdi.

Zaten bir latîfe olarak birisi dedi ki:

“—Efendim, Sami Efendi cemaatinde tüccarlar çoğunlukta, Mahmud Efendi cemaatinde inşaatçılar çoğunlukta, İskenderpaşa cemaatinde de kültürlü insanlar çoğunlukta…” dedi.

Bir gün bizi üç kişiydik, isim vermeyeyim, meşhur üç kişi, İskenderpaşa’da topladı bir araya. Dedi ki Hocaefendi rahmetli:

“—Bir sıkıntım var! Biz konuşuyoruz, va’z ediyoruz; fakat kadın, kızlarımız, bacılarımız, kardeşlerimiz var. Bunlar içerisinde kadınlardan vazife yapacak elemanların yetişmesini arzu ediyorum. İki türlü sıkıntım var:

Birisi; tasavvufu çok seviyor, tasavvuf ahlâkı var, samimi, ihlaslı… Fakat edille-i erbaayı bilmiyor, şer’î kaynakları bilmiyor. Şimdi bu ne kadar samimi olursa olsun, yanlış yapar. Çünkü ölçüsü yok, kitap sünnet ölçüsü yok.

İkincisi; kitabı, sünneti biliyor fakat tasavvuf terbiyesi yok. İhlâsında, samimiyetinde noksanlıklar var. O da olmuyor.

İstiyorum ki, kadınlar içerisinde de hem edille-i erbaayı bilen, şer’î kaynaklara hàkim, hem de tasavvuf terbiyesinin ruhunu almış, samimî, ihlâsla hizmet yapacak elemanlarımız olsun. Bunun için ne yapalım? Kadınlar içerisinden de dört başı mamur, kendi hemcinslerine vazife yapacak kardeşlerimizi nasıl yetiştirebiliriz?” dedi.

Bu meseleyi gündeme getirdi, uzun boylu konuşuldu.

Ben tabii hoca olduğum için çok cemaatlere girdim, biliyorum. Bilmeden konuşan, sohbet eden, yani kaş yapayım derken göz çıkaran insanlar da çok gördüm.

Hocaefendi bunları hiç kabul etmezdi. Konuşanlar, vazife yapanlar, kitap sünnet ölçüsü içerisinde hareket etsin isterdi. Hatta rahmetli bir gün bana dedi ki:

“—Yâhu Yahya Hoca! Ben çok mu şeriatçıyım?”

Yani kitap, sünnetten taviz vermezdi. “Kitap, sünnet ne ise, ona göre hareket edelim!” derdi.

O arada eğitime çok önem vermeye başlamıştı. İşte evvela Akra radyosunu kurdu. Ondan sonra bir ara televizyon da kurulmuştu, sonra kapandı. Hattâ bir ara Sağduyu ismiyle gazete de çıkardılar; o da çok devam edemedi maalesef.

Ondan sonra birçok yerlerde okullar, kolejler, eğitim kurumları açmaya başladı. Yani bu eğitim faaliyetleri tam böyle kıvamına gelmek üzereyken emr-i hak vaki oldu. Hocaefendi arzu ettiği o eğitim kurumlarını, arzu ettiği seviyeye ulaştıramadan vefat etti. İnşâallah arkasından gidenler onu yaparlar.

F. HOCAEFENDİ’NİN YURTDIŞI ÇALIŞMALARI

Hocaefendi zaman zaman Avrupa’yı dolaşır… Son zamanda Avustralya’ya gitti, orada da birçok eğitim faaliyetlerinde bulundu. Her gittiği yerde vakıflar kurdurur, o vakıflar eliyle eğitime katkıda bulunmaya çalışırdı. Hatta bununla ilgili bir hatıramı anlatayım:

Şimdi Rotterdam’da rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, üniversitede tasavvuf dersleri vermek için Hollanda’lı, İslâma girmiş, tasavvuf ehli kabul edilen bir zatı öğretim görevlisi olarak aldı. Fakat pek tutulmadı o… Yâni samimiyetinden biraz şüphe edildi.

“—Ne yapalım?” dedi bana Ahmet Akgündüz.

“—Hocam, bu işin ehli Es’ad Hocamız’dır.” dedim. “Tasavvuf ehlidir, alim bir insandır. Kendisine teklif edelim, gelirse tasavvuf kürsüsünü ona havale edelim!” dedim.

“—E o zaman sen daha samimi konuşuyorsun, telefonla bir konuş bakalım!” dedi.

O zaman Hocaefendi yanlış hatırlamıyorsan İsveç’teydi herhalde. Yani ölümünden iki ay evvel bu anlattığım olay. Telefon ettim Hocaefendi’ye, kabul etti. Zaten, “Hollanda’da İslâmî faaliyetler daha rahattır.” kanaatindeydi. Kabul etti, “İnşâallah gelmeye çalışacağım!” dedi.

O sırada Hocaefendi’nin orada kurdurmuş olduğu bir irfan vakfı var, elemanları var. Onlara dedim ki böyle böyle…

“—Siz Hocafendi’nin evini hazırlayın, geldiği zaman zorluk çekmesin, her şey hazır olsun!” dedim.

Hocaefendi’nin evi ayarlandı, her şey ayarlandı. Fakat maalesef arkadan haber geldi ki, emr-i hak vâkî oldu, nasib olmadı. Yani hocaefendi gelseydi, orada tasavvuf kürsüsünde profesörlük yapacaktı, nasib olmadı.

Yurtdışında gittikleri yerlerde vakfa önem verirdi. Mutlaka dernekler, vakıflar kurdururdu. Onların eliyle eğitim faaliyetleri yapmaya uğraşırdı. Ama benim görüşüm şu:

Hocaefendi eğitim işlerini, tam altyapıyı oluştururken, emr-i hak vaki oldu. Yoksa o altyapıdan sonra Cenab-ı Hak ömür verseydi… Tabii hikmetleri sonsuz, bilemeyiz. Arzu ettiği seviyeye kendisi hayattayken onu ulaştırmadı. Ama gene de Türkiye’de kurduğu birçok eğitim müesseseleri oldu. Onların bir kısmı halâ devam ediyor. Allah'a niyazımız, inşaallah onları kemale erdirsin…

G. HOCAEFENDİ İNSANLARI HIÇ KIRMAZDI

Efendim, demin söylediğim gibi Hocaefendi yaratılışta öyleydi. İnsanları hiç kırmazdı. Şahsiyetleri hiç rencide etmezdi. Hakikaten tasavvuf ruhu vardı kendisinde. Hatta politikacı değilim tabii ben gördüğüm bir olayı anlatayım:

Gittim ziyaretine İskenderpaşa’ya. Hoca’yı sıkıntılı gördüm. Dedim:

“—Hocam, galiba biraz sıkıntılısınız?” dedim.

Dedi ki:

“—Düşünüyorum, düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum. Sonunda ‘Hasbuna’llàh, ve ni’mel vekîl’ deyip Allah'a havale edince rahatlıyorum!” dedi.

İslâm mecmuası çıkardı, yüz yirmi beş bin tiraj yapardı. O anlaşmazlıktan sonra mecmua yirmi beş bine düştü. Orada Bediüzzaman Hazretleri’nin çeşitli mektuplarında, lahikalarda yazdıkları aklıma gelirdi:

“—Aman kardeşlerim, ileride şöyle şöyle olabilir, siz mukabele-i bi’’l-misil yapmayın!” derdi.

Hocaefendi’nin hareketlerinde de bu aklıma gelirdi. Yani muhalefet edenlere aynısıyla mukabele etmezdi. Şahsiyetleri rencide etmezdi, aleyhte konuşmazdı. İslâmî ölçüleri vermeye çalışırdı.

Gene aynı Bediuzzaman Hazretleri:

“—Metanetinizi muhafaza edin, gıybet yapmayın, mukabele bi’l-misil yapmayın ve şevkinizi kırmayın!” derdi.

Hocaefendi de hizmetleri göstermek sûretiyle hareket ederdi. Böyle karşı tarafı, kendisiyle muhalif olanları kötülemek suretiyle kendisine değer vermeye yöneltecek bir halet-i ruhiyesi yoktu Hocaefendinin…

H. HOCAEFENDİ MEŞREB TAASSUBU İÇİNDE DEĞİLDİ

Bir defa kendisi Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nden vazifeyi devralmış. Yani bir mürşid olduğunu kabul ederek almış, şeyh olarak o cemaatin başına gelmiş. Ama konuşmasında, sohbetlerinde, kendisinin böyle bir şeyh olduğunu, mürşid olduğunu empoze etme havası yoktu. Konuşmalarında, sohbetlerinde hep İslâm’ı anlatma, milleti İslâm’a yönlendirme, İslâm’ı sevdirme gayreti içinde olurdu. Hatta şu hadisi şerifi çok tekrar ederdi. Derdi ki: Rasûlüllah Efendimiz buyurur ki:

“—Cenâb-ı Rabbü’l-àlemîn’in en çok sevdiği kul, Allah'a insanları, insanlara da Allah'ı sevdiren kuldur. Bizim asıl vazifemiz Cenâb-ı Rabbü’l-àlemîn’i evvela kendimizin sevip, elimizden geldiği kadar insanların sevmesine vesile olmak; insanları da Allah'a yönlendirmeye çalışmaktır.” der, genel mânâda hareket ederdi.

Meşreb taassubu içerisinde hareket etmezdi. Bütün çalışması İslâm’ı gündeme getirme, İslâm’ı anlatma. Kitap, sünnet içerisinde müslümanlara ölçü verme, öncülük yapma gayesi içerisindeydi. Onun için, hakikaten kendisinde mürşid-i kâmil olma vasıflarını müşahede ettim, onun için söyledim. Hocaefendi böyleydi.

I. HOCAEFENDİ EKONOMİYE DE ÖNEM VERİRDİ

Hocaefendi eğitime çok önem verdiği gibi, ekonomiye de önem verirdi:

“—Hizmet etmek için hep ondan bundan yardım istemek yerine, ekonomi sahasında kâr getirecek şirketler, holdingler kuralım; o şirketlerin getireceği kâr ile hizmetlerimizi yürütelim!” derdi.

Kurdu da onları…

Ondan sonra;

“—Biz burada konuşuyoruz, Allah razı olsun cemaatimiz geliyor, istifade ediyor. Pazar günleri İskenderpaşa Camii’nde Râmûzü’l-Ehàdîs dersi yapılıyor, sohbet tertip ediliyor; buraya gelenlerin sayısı belli... Fakat milyonlar bizi bilmiyor, dinleyemiyor. Sesimiz onlara gitmiyor. O halde ne yapalım? Milyonlara hitap eden medyaya önem verelim!” dedi.

Kendisi hayatta iken Akra radyosunu kurdurdu (1993). Oradan Cuma günleri hadis dersleri, Salı günleri tefsir sohbetleri yapmağa başladı. Televizyonu kurdurdu ama o yürüyemedi. Tabii işin iç yüzünü bilemiyorum, Şu anda Akra devam ediyor ama televizyon ile günlük Sağduyu gazetesi devam edemedi. O da çıktı bir ara ama olmadı, kemâle erdiremediler.

Hocaefendi’nin ekonomiye, medyaya önem vermesi, asıl hizmetin geniş kitlelere gitmesi içindi. Yani şahısları meşhur etmek, zengin etmek falan değil de, şahıslardan gidip yardım toplamaktansa, ekonomi kurumları kuralım, kâr gelsin, o kârla hizmetlere daha fazla önem verelim, yayalım düşüncesi içindeydi.

J. HOCAEFENDİ’NİN ÇALIŞMA METODU

Şimdi bu yani böyle eğitim sahasında tabii kendisi zaten eğitimci olduğu için, uzun yıllar fakültede hocalık yapmış. Rahmetli Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Başbaşa diye bir kitabı var; talebelere yönelik bir konuşması. Orada geçen bazı şeyleri çok söylerdi.

Bir defa muvaffakiyetin şartlarından birisi planlı çalışmak. Ona çok önem verirdi. Öyle günlük hareket eden, plansız, projesiz, ne zaman ne yapacağı belli olmayan kişilerin muvaffak olacağına inanmazdı. Önüne bir hedef koyar, o hedefe ulaşmak için planını yapar, projeyi çizer ve ona göre çalışır. Bu şekilde çalışmalar netice verir

Bazen de şunu söylerdi:

“—Şimdi şark kafası derler, şark kafası plansızlığı temsil eder. Karışıklığı temsil eder. Bu doğru bir ifade midir o ayrı bir konu. Ama onu söylemişler. Şimdi Avrupa kendi sahasındaki ilerlemelerde hep teknolojide plan ve projeye çok önem verdiği için, planlı hareket etmiş. Planlı çalışmış ve muvaffakiyeti yakalamıştır. Biz de planlı çalışacağız. Ne zaman ne yapacağımız önceden belli olacak.”

Buna çok önem verirdi. Hatta şunu çok söylerdi:

“—Bugünün işini yarına bırakma! Çünkü her günün kendine göre meşguliyeti var. Yarına bırakırsan, bu sefer yarın yapacağın işi aksatırsın. O bakımdan planını yap ve yapılması gereken işi zamanında yap, yarına bırakma!” derdi.

Ondan sonra, gene Ali Fuat Başgil’den naklederdi:

“—Ey genç şunu bil ki, gençliğini eğlenmekle geçiren, ihtiyarlığını ağlamakla geçirir!”

Zaten şiirle, edebiyatla, tasavvufla çok ilgilendiği için bu gibi şeyleri naklederdi. O bakımdan, zamanında yapılması gereken işlerin planlı ve zamanında yapılmasına; bilhassa eğitim sahasında buna çok önem verilmesine dikkat eder ve devamlı etrafındaki insanlara, talebelere bunu söylerdi.

--Kıymetli hocam, yaklaşık on yıl dediniz, on yıl boyunca tanıdığınızı ve aynı hizmette bulunduğunuzu ifade ettiniz. Böyle son olarak programımızı kapatmadan önce sizin böyle gönül hanenizde yer eden, sık hatırladığınız, yad ettiğiniz, unutmadığınız hatıralarınız vardır mutlaka…

K. HOCAEFENDİ SEVGİ TELKİN EDERDİ

Efendim, şahsi kanaatimi söyleyeyim:

Ben aslında demin söylediğim gibi Hocaefendi’den ders alan bir kimse değilim. Yâni meşreb olarak… Fakat Hocaefendi’nin bahsettiğim o meziyetlerinden dolayı, Allah rızası için bir sevgi yerleşti bende… Hiç düşünmediğim halde Hocaefendi sık sık benim rüyalarıma girerdi. Böyle düşünmüyorum hiç, fakat bakıyorum rüyama girer, bir şey söyle, yol gösterici bir söz söylerdi.

Hocaefendi’nin cemaatinden, yani İskenderpaşa’ya bağlı olan kardeşlerimiz Sivas’ın Şarkışla ilçesine beni davet ettiler. Orada eczacılık yapan bir kardeşimiz, burada talebe iken tanıyor beni, sonra gitti eczası oldu orada… Beni bir sohbete çağırdı. Gittim. Camide sohbet tertip etmişler. O gece eczacı kardeşimizin evinde kaldım, ertesi gün camide sohbet yapılacak. Rüyamda, konuşacağım camideyim. Dediler ki:

“—Esad Coşan Hocaefendi gelmiş.”

Ben de dedim ki:

“—Yâhu, Hocaefendi geldiğine göre hemen elini bir öpeyim de artık sohbeti ona bırakalım! Hocaefendi buradayken benim konuşmam olmaz.” dedim.

Hocaefendi içerideymiş, cami içerisindeymiş güya. Ben girdim içeriye, Hocaefendi tepeden tırnağa bembeyaz giyinmiş, sarıldı bana rüyada… Ben de sarıldım. Dedim:

“—Hocam, artık sizi dinleyeceğiz burada…”

“—Yok, vazife burada senin, sen konuşacaksın!” dedi.

Rüyadan öyle uyandım.

Hocaefendi’ye karşı böyle bir gayri ihtiyari, iradî olmayan bir sevgi oluştu bende. Demin dediğim gibi Hakk’ın rahmetine kavuşunca, bir hafta ben evde ağladım. Artık o nereden kaynaklanıyor: Ben Hocaefendi’ye meşreb olarak bağlanmadım, meşrebim ayrı. Ama Hocaefendi’ye karşı böyle bir irademin dışında bir muhabbet gelişti.

Sevgi telkin ederdi Hocaefendi… Yani kendisiyle görüşüldüğü, konuşulduğu zaman, hiç tanımadığı bir adam Hocaefendi’ye karşı bir sevgi beslerdi. Hem siması, hem konuşma tarzı, hem hareketleri… Konuşan insanları kendisine bağlayan bir tavır içerisindeydi. Böyle bir hali vardı.

Allah gani gani rahmet eylesin…

30 Aralık 2015 – Irmak TV

Videosunu izlemek için:

(Foto: Dr. Gürkan Öztürk, 1997)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Haberleri