Adnan ONAY
LİVANELİ BOŞA BEKLETMİŞ BİR HAYAL KIRIKLIĞI; “BEKLE BENİ”
Türk romancılığının tarihi oldukça yeni sayılır. Dünyayı yaklaşık iki asır geriden takip eden Türk romancılığı ancak 20. Yüzyıldan sonra belirgin bir hale gelmiştir. Bilhassa cumhuriyetin ilk yıllarında başgösteren batılılaşma hareketleriyle birlikte Türkiye’de de romancılık yaygınlaşmaya başlamıştır.
İlerleyen zamanlarda ise ülkenin kültürel gücünü elinde tutanlar edebiyat dünyasını da kontrolleri altına almışlar, adeta birbirleriyle yarıştıkları için piyasadaki roman sayısı hızla artmıştır.
Bu eserler arasında gerçekten önemli kabul edilebilecekler olsa da birçoğu, yazarının öne çıkan başka özellikleri nedeniyle , ideolojik tercihlerle veyahut popülariteleri nedeniyle çok okunanlar listesinde yerini almıştır.
Hangi roman iyidir, hangisi kötüdür tartışması sonu gelmez bir tartışma.
Ben, çok sattığı için merak edip, okuduğum bir romandan, Zülfi Livaneli’nin “Bekle Beni” adlı romanından bahsetmek istiyorum.
Zülfü Livaneli’nin Eylül 2025’te yayımlanan Bekle Beni romanı, yazarın kendi hapishane ve sürgün geçmişini taşıyan otobiyografik bir izlekle 68 kuşağının aşk ve direniş hikâyesini anlatmak isteyen bir roman.
Bazı kişiler tarafından övgüyle bahsedilen ve yarım milyon civarında satan bu roman ne yazık ki adeta bir hayal kırıklığı..!
Livaneli, Serenad’la, Huzursuzluk’la, Kardeşimin Hikâyesi’yle bir dönem Türk okurunun övgülerini almıştı. O nedenle Livaneli’nin çıkan her kitabının iyi satması beklenen bir şeydi ve aynı refleksle çok sattı; ama bu kez okuyanların büyük kısmı bir hayal kırıklığı yaşadı.
O kadar ki, Livaneli’nin bu romanı herhangi birinin yazdıklarından farklı değil. Çok sıradan ve okurken “değmez” diyerek bırakmak istenilecek türden..
Romanın en önemli eksiği kendi sesini hiç bulamaması. Livaneli, 68 kuşağının karşı karşıya kaldığı işkence, hapishane, sürgün gibi ağır konuları işlerken sürekli yabancı klasiklere sığınıyor. Romanın merkezindeki iki isimden biri olan Selim, hücrede yatarken birden Victor Hugo’dan Sefiller, Leyla’ya mektup yazarken Camus’nün Yabancı’sından pasajlar, koğuşta Dostoyevski, yalnızlık anında Hemingway vb. yazarların içinde sürekli dolanıp duruyor.
Bu alıntılar o kadar yapay ve o kadar bağlamsız ki, hikâye bir türlü kendi ayakları üzerinde duramıyor. Okur, Livaneli’nin romanını değil, onun kütüphanesinin indeksini okuduğunu düşünüyor. Klasikleri zaten bilen biri için bu durum oldukça sıkıcı; bilmeyen birilerine ise romanın kendine ait cümlelerinin olmadığı hissini veriyor. Karakterler de bu alıntı bombardımanının altında eziliyor.
Roman, Selim ve Leyla’nın özetlenecek sıradan öyküsünün zorla sayfalarca uzatılmış hali gibi. Selim ve Leyla “gerçek” bir dönemin acısını taşıyor gibi görünüyor ancak, sayfalar ilerlese de okura bir damla duygu geçiremiyor. İşkence sahneleri var ama sarsmıyor, aşk var ama içe işlemiyor, sürgün var ama yalnızlık hissettirmiyor.

192 sayfa boyunca ne unutulmaz bir sahne, ne içimize işleyen bir replik, ne de gerçekten “yaşadığını” hissettiren bir karakter kalıyor geriye.
Dil de ayrı bir hayal kırıklığı. Bazı cümleler (“O çay, bir hayatın özü gibiydi”) o kadar yapay ve süslü ki, okurken “nereden çıktı şimdi bu yersiz cümle” diyerek şaşkınlık yaşıyorsunuz.
Diyaloglar ise adeta karton gibi, zaman geçişleri aceleye getirilmiş, editör dokunuşu hissedilmiyor. Sanki yazar “Ben Livaneli’yim, ne yazsam satar” rahatlığıyla kalemini gelişi güzel bırakmış, yayınevi de “Livaneli” ismini görünce gözünü kapatmış.!
Kısacası “Bekle Beni”, iyi niyetli bir tanıklık çabası ama edebiyat olarak hiçbir iz bırakmayacak sıradan bir roman. Ünlü yazar olmanın konforuna sığınıp, okuru “beni seviyorsunuz ya, bunu da alır, okursunuz.” diye sınayan bir kitap.
Livaneli’nin eski kitaplarını sevenler “Bekle Beni”ile bu kez gerçekten boşa bekletildi..