Ahmet Şükrü KILIÇ

Ahmet Şükrü KILIÇ

Paran kadar konuş dayatması

Toplumların kaderini bazen bir cümle belirler. Bizde o cümlenin paslı bir zincir gibi boğazlara dolanan adı yıllardır aynı:

“Paran kadar konuş.”

İnsan onurunun banka hesaplarıyla tartıldığı, vicdanın kredi limitiyle ölçüldüğü bu ucube anlayış sadece bir söz değildir. Bu cümle, düşünceyi kesmek için kullanılan bir “Dil makası”, konuşanı hizaya sokmak için geliştirilen bir “Ekonomik tasma”, ruhun en özgür yerini borç defterine bağlayan bir “Yoksulluk pedagojisi”dir.

Oysa bizim meselemiz insanların parası kadar konuşması değil; parayı çalanların herkesin yerine konuşmasıdır. Milletin cebinden damla damla çaldıklarıyla koca bir sessizlik imparatorluğu kurdular. Devleti kendilerine bir megafon, toplumu bir ses yutağı yaptılar. Hakikat duyulmasın diye ekranları kararttılar, kürsüleri susturdular, adliyeleri karanlık birer “Susku mabedi”ne dönüştürdüler. Hırsızı, hovardayı belediye başkanı, milletvekili yaparak ödüllendirdiler.

Bu çürümenin en görünür hâli yargının tepesindeki ihtişamlı sofralarda sergileniyor artık. Bir ilin başsavcısının oğlunun düğününe altı bin davetlinin katılması, adaletin tevazu ile değil debdebe ile anılmasının yeni norm hâline geldiğinin utanç verici bir örneği oldu. Ardından başka bir gün çıkan bir fotoğrafta aynı isim, bir otel masasının etrafında eski bakanlarla, mafyalaşmış güç unsurlarıyla, HSK üyeleriyle kol kola; devletin gücünü değil, devletin etrafında oluşmuş çıkar halkalarının ritüel sofralarını temsil ediyor gibiydi. Mal beyanına ilişkin iddiaların dudak uçuklatan rakamlara işaret etmesi ise bu manzarayı tamamlayan “Ahlâkî erime tablosu”nun en parlak renklerinden biri oldu. Bu manzaralar, yargının üzerindeki cüppeden çok altındaki gölgenin konuştuğunu gösteriyor.

Biz ise paramız kadar konuşmayı reddettiğimiz için bedel ödedik. Bir çuval para verip tek bir kelimeyi haykırdık: Hırsız! Çünkü hırsızlık parayla yapılır fakat ifşa emek ister; o emeğin bedeli de vicdanın borç hanesine yazılır ve kimsenin bunu silmeye gücü yetmez.

Zamanla öğrendik ki bu memlekette sözün bedeli, çoğu zaman suçun bedelinden daha ağırdır. Paramız yettiği kadar konuştuk; paramız tükendiğinde bile susmadık, hakikatin sesini ödeye ödeye diri tuttuk. Mahkeme koridorlarında, hakaret ettiğimiz iddiasıyla milyonlarca lira tazminat ödedik. Bu ödemeler bir ceza değil, hakikatin omuzlarına yüklenmiş bir “Konuşma vergisi”, halkın vicdanına kesilmiş bir “Sessizlik faturası”ydı. Fakat bir yerden sonra fark ettiler ki sözün kökü parayla kesilmiyor.

Bunun üzerine yargı sistemi “Uslanmazlık protokolü”nü devreye soktu. Paranın hükmü bitince demir kapılar, sayılmayan saatler ve rutubetli koğuşlar devreye girdi. “Islah olmaz” dediler, “Susturulmaz” dediler ve hapisle terbiye etmeye kalktılar. Onu da yaşadık; kısa sürdü belki ama o duvarların soğukluğunda adaletin ne kadar uzun süredir ateşsiz bırakıldığını görmek için yetti. Orada anladık ki hakikat bir tohum gibidir; karanlığa gömsen filiz verir, bastırsan kök salar, zincire vursan taş çatlatır.

Siyaset cephesi ise çoktandır kendi gölgesinden korkanların tiyatrosuna dönüşmüş durumda. Bir kısmı satın alınmış, bir kısmı susturulmuş, kalanlar ise kendilerini korumak için “Bulaşmama diplomasisi” denilen yeni bir korkaklık türü icat etmiş. Bu yeni tip embesillik, bir milletin üzerine çöken bir “Ahlâkî çürüme sisi”nin en koyu tabakasıdır. Tarafsızlık maskesi altında saklanan bu kişiliksiz duruş, aslında menfaatle mühürlenmiş bir konfor mağarasıdır. İçinde ne fikir büyür ne de cesaret nefes alır.

Yargı düzeni ise iki sınıfa ayrılmış durumda; satın alınanlar ve kendini satmadan teslim olanlar. Bir kısmı mafyatik düzenlerin bordrosuna yazılmış, bir kısmı iktidarın gölgesinde kendine yer açmış, geri kalanı da hiçbir menfaat beklentisi olmadan “Kendiliğinden yaranma sendromu”na tutulmuş. Bu sendrom hukukun içini boşaltan bir “Ahlâk eriyişi”dir. Bir hâkim düşünün, adalet terazisini değil, siyasî rüzgârın hızını ölçüyor, gücün gölgesinde boy salmaya çalışıyor, devletin kendine verdiği gücün asaletini değil paranın iki yüzüne yüz sürmeyi tercih ediyor. Bir savcı düşünün, hukukun kitabını değil, üstünün kaşının çatıklığını okuyor. Böyle bir ülkede adalet çürümez; toprağa karışır. Oradan çıkarılan her hakikat fosilleşmiş olur.

Medya ise tam anlamıyla bir “Gerçeklik harmanı.” Kimin çuvalı daha doluysa sesi o kadar çıkıyor. Manşetler kirli birer “Algı heykeli”, televizyon ekranları ise “Omurga vitrinleri” hâline gelmiş. Haber dediğimiz şey, gerçeğin değil; patronların ve fon sahiplerinin ürettiği bir “Gölge hakikati.” Halkın bilgi alma hakkı reyting çarkının dişlileri arasında un ufak edilmiş durumda. Bugünün medya düzeni gazetecilik değil; “Hakikat simsarlığı pazarı”dır.

Bir ülke düşünün; parası olan konuşuyor, parası çalınan susturuluyor. Söz, erdemin değil; kart limitinin ölçüsü hâline gelmiş. Buna da yeni bir isim gerek:

“Finansal İfade Totalitarizmi.”

Çünkü bu düzende konuşma özgürlüğü yok; sadece bütçesi olanların yankısı var.

Oysa söz insanın yeryüzündeki en sahici mülküdür. Ne haczedilir ne rehin bırakılır ne de tahsil memurunun eline verilir. Bu yüzden en çok korktukları şey yoksulun doğrusu, garibin haykırışı, mazlumun tek cümlesidir.

“Konuşursak ölürüz” sanıyorlar. Oysa “Susarsak yok olacağız.”

Biz paramız kadar değil; hakikatimiz kadar konuşacağız. Çünkü toplumları servet değil, doğru kelimenin ateşi değiştirir. O ateş bazen bir hırsızın karanlığını yakar, bazen bir zalimin uykusunu bozar, bazen bir milletin gözünü aydınlatır.

Hakikat konuşsun, para değil. Para çoğaldıkça kirlenir; hakikat konuştukça arınır.

İnancımızın yüklediği sorumluluk olmasa, birçok insan kadar rahat olur, taraf olmanın saltanatını sürer, makam ve imtiyaz için at koştururduk.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.