Ahmet Şükrü KILIÇ

Ahmet Şükrü KILIÇ

Sözü söz vermek gibi taşımak

Söz… İnsan sesinin evrende bıraktığı en ince iz. Çoğu zaman hemen uçup gittiğini sandığımız, fakat aslında insanın kaderine işleyen bir tını. Kimi insanların ağzından çıkan cümleler, tıpkı kuşların kanadındaki hafiflik gibi uçucudur. Kimi insanlarınsa sözü, bir çobanın yıllardır aynı kayada tüten ocağı kadar sabittir, yerinden oynamaz. Söz verenle söz söyleyen arasındaki fark, insanın kalbindeki merkezle nefesindeki ağırlık arasındaki fark gibidir. Birinde ağırlık, diğerinde ise hafiflik vardır.

Her şey, bir Sonbahar sabahında Sille’nin taşlarına yaslanan sessizlikte başladı. Sille’nin doğallığını ilk kez o gün bu kadar çıplak gördüm. Yamaçlara yaslanmış beyazımsı kalker evler, dar sokaklarına ince bir inci teli gibi işlenen dere, kilise duvarlarından dökülen zaman, kaya yüzeylerine tutunmuş kekik kokuları ve uzaklarda görünür görünmez olan o kadim mağaralar… Sille, sanki toprağın yorgun bir duası gibi, bin yıldır susmadan kendini anlatıyordu.

İki arkadaş, bu duanın içine doğru yürümek için yola çıkmıştık. Sille’nin içinden geçip alıç ve yabani armut ağaçlarının serpiştirildiği dağ eteklerine vardığımızda asfalt yol, tabiatla aramızdaki son medeniyet çizgisi gibi sessizce uzanıyordu. Ağaçların yapraklarında rüzgâr ince ince hışırdıyor, her şey insanın içini tazeleyen o kadim sükûnete karışıyordu.

Yürürken bir araba geçti yanımızdan. Sonra aniden durdu. Geri geri gelip yanımızda hizalandı. Tanıdık bir yüz, tanıdık bir gülümsemeydi.

“Yürüyüş mü?” dedi.

“Evet,” dedik.

Dönüş saatini söyledi, yer belirledi, “Sizi ben alırım,” dedi.

Böylece tepelere daha gönül rahatlığıyla yükseldik. Uçurum kenarlarına vardığımızda, altımızda bütün Konya ovası açık bir kitap gibi duruyordu. Ufuk çizgisinin ardında güneş yavaşça yer değiştirirken biz, iki yetişkin değil de iki çocuk gibi ellerimizi göğe kaldırıp naralar attık. Sanki dağ bizi dinliyordu. Sanki rüzgâr, bu naraları alıp kentin üzerine bir hatıra serpiştiriyordu.

Zaman geldiğinde belirlenen yerdeydik. Çevredeki ağaçların gölgesi uzuyor, akşam soğukluğu ince bir bıçak gibi tenimize dokunuyordu. Bekledik. Beş dakika, on dakika, yarım saat… Gelen olmadı. Dağların sessizliği bazen bir insanın sessizliğinden daha açıklayıcıdır. Yola koyulduk geri dönmek için. Ayaklarımız yorgundu fakat içimiz sakindi. Sözün kendisi bize yük olmamıştı. Çünkü biz bir söz istememiştik. İnadımız inattı, yürüyerek dönecektik.

Gar yolunda “Çorbacıdayım” tabelasını görünce, dağ yolunun yorgunluğunu hak ederek bir çorbanın sıcak buharına sığındık. Sonra telefonum çaldı.

Arayan, bizi yolun kıyısında bırakmış olması gerektiğini zanneden dostumuzdu.

“Neredesiniz?” dedi. “Geciktim, özür dilerim,” dedi.

O an ona şunu söyledim:

“Bizim seninle özürlük bir hukukumuz olsaydı, belirlenen saatte orada olmadığın için seni arar, ‘Geliyor musun?’ diye sorardık. Ya da sen, aradan dört saat geçtikten sonra değil de o zaman arar durumunu bildirirdin. Bizde kırgınlık yok. Senden özür bekleyen bir beklenti de yok.”

Çünkü beklenti, çoğu ilişkiyi yaralayan görünmez bir diken gibidir. Beklentinin olmadığı yerde sitem barınamaz; sitemin olmadığı yerde de özrün bir anlamı kalmaz.

Sonra, telefondaki sesini biraz kısıp dedi ki; “Sen sözü söz vermek gibi kullanırsın. Yine de sana karşı mahcubum.”

Cümle yüreğime bir taş gibi oturmadı; aksine, bir su damlası gibi içine işledi. Çünkü insanın söylediği söz ile verdiği sözün aynı olduğu bir toplumda yaşamadığımızı biliyorum. Söz, çoğu insanın ağzında bir ses. Bazılarının dünyasında ise bir akit, bir ahit, bir iç hesap.

Bir insanın sözü, kendi varlığının aynasıdır. Kimi aynalar buğuludur; insan kendi yüzünü bile seçemez. Kimi aynalar ise berraktır; kendini de başkasını da saklamaz.

Ben sözü söz gibi kullanmanın aslında bir sanat olduğuna inanıyorum. Doğrucu Davut olduğumdan değil, nasıl göründüğünün bir memnuniyeti olmasıdır yüreğimi serinleten. Değilse diğer kulağımda eşimin bazen “Seni bir de bana sorsalar” paylaması hep çınlar. Bir ressamın tuvale attığı her fırça darbesi nasıl resmin kaderini belirliyorsa, insanın ağzından çıkan her kelime de geleceğin bir çizgisini belirler. Sille’nin taşlarında gördüğüm o kadim çizgiler gibi… Bin yıldır taşan suların, kuruyan rüzgârların, çekilen gölgelerin çizdiği çizgiler. Hiçbiri “Söz vermemişti” ama hepsi sözünü tutmuştu. Doğa, verdiği sözü unutmayan bir ustadır.

Belki de o gün dağdan inerken yaşadığımız şey, insana dair en sade gerçeği gösteriyordu. Söz asla karşı tarafa değil, önce söyleyenin kalbine söylenir. Sözü hafife alan, kendi kalbini hafife alır. Sözü ağır taşıyan ise kendi varlığını ağırlaştırır.

O cümle hâlâ bende yaşıyor:

“Sen sözü söz vermek gibi kullanırsın…”

İnsan, kendisine bırakılan tek gerçek mirasın sözün ağırlığı olduğunu bir gün mutlaka anlıyor. Sözün ağırlığını taşımayanlar, kendi gölgelerinin bile altında eziliyor. Sözün ağırlığını taşıyanlarsa, hafifliyor… Tıpkı dağlarda çocuklaşan iki yetişkin gibi.

“Bakarız, ayarlarız, o gün gelsin, yardımcı oluruz, şu iş olsun tamam” gibi ifadeler söz değildir, aslında söz olmadığını muhatapları da bilir ama işine geldiği için öyle inanmak ister. Söz, söz verilmediği halde bile ihtiyacı gördüğünde yerine getirmektir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.